Tüketici farkındalığının değişmesi ve gelişen teknolojinin sağladığı bilgiler sayesinde, gıda güvenliği yaklaşımları son yıllarda önemli bir değişim ve dönüşüme uğramıştır. Genel olarak, gıda güvenliği yaklaşımları mikrobiyojik, kimyasal ve fiziksel kirleticilerin ortadan kaldırılması veya zararlı olmayacak seviyeye düşürülmesi için işleme, dağıtım ve depolama sırasında alınacak tedbirlerle sağlanabilmektedir
1. Uzun yıllardır sentetik kimyasalların kullanımıyla gıdaların mikrobiyolojik ve kimyasal kalitesinin iyileştirilmesi amaçlanmaktadır. Ancak tüketicilerin son yıllardaki doğal koruma metotları ve doğal koruyuculara olan talepleri, gıda teknolojisinde bu metot ve maddelerin kullanımını ön plana çıkarmaktadır. Bu kapsamda, gıda kalitesinin korunması ve gıda güvenliğinin sağlaması için sentetik katkı maddelerinin kullanımının azaltılması veya doğal katkı maddelerinin etkinliklerinin test edilmesi amaçlamaktadır
2. Bu anlamda doğal antimikrobiyal ajanlar (AA), üreticilerin sentetik katkı maddelerinin yerine gıda güvenliğini sağlaması ve daha sağlıklı ürünlerin geliştirilmesini amaçlanması bakımından araştırmacıların büyük ilgisini çekmektedir. Son yıllarda yapılan araştırmalarda gıdalara uygulanan en çok araştırma konusu olan doğal AA'lar arasında, laktik asit bakterileri (LAB) tarafından üretilen metabolitler yer almaktadır. Laktik asit bakterileri çok uzun yıllardır sağlık üzerine birçok faydasının bulunması nedeniyle probiyotik olarak kullanılmaktadır. Paraprobiyotikler ise probiyotik mikroorganizmaların inaktif veya cansız formlarına verilen addır. Postbiyotikler ise, mikroorganizmaların konak, gıda veya in-vitro ortamalarda çoğalmaları esnasında üretilen metabolitler ve bileşiklerden oluşmaktadır
3. Postbiyotik ve parabiyotikler, sahip oldukları bazı biyoaktif ve fonksiyonel özellikleri bakımından gıda teknolojisi uygulamalarında sıklıkla kendine yer bulmaktadır
4. Ancak, paraprobiyotik ve postbiyotiklerin farklı denemelerle çeşitli biyoaktif özelliklerinin ortaya konulması oldukça güncel bir araştırma konusudur.
Aflatoksinler
Aflatoksinler (AF), Aspergillus flavus, Aspergillus parasiticus ve Aspergillus nomius gibi bazı Aspergillus türlerinin ürettiği en önemli mikotoksinler arasında yer almaktadır. İnsanların aflatoksinler gibi mikotoksinlere maruziyeti çoğunlukla gıdalar aracılığıyla olmaktadır. Hem hayvansal hem de hayvansal olmayan pek çok farklı gıda aflatoksinler açısından riskli gıda grupları arasında yer almaktadır. Bu gıdalar arasında yer fıstığı, baharatlar, pamuk tohumu, mısır, pirinç, kuru meyveler ve tahıllar, salçalar, yumurta, süt ve süt ürünleri, bebek mamaları ve devam sütleri gibi pek çok değişik gıda yer almaktadır. Gıdaların aflatoksinlerle bulaşması, üretim, işleme, muhafaza ve dağıtım gibi süreçlerde küf kontaminasyonuna bağlı olarak ortaya çıkabilmektedir. Ayrıca bitkilerin büyüme dönemi, hasat, hasat sonrası ve depolama süresi gibi farklı aşamalarında da küf kontaminasyonu meydana gelebilmekte ve küf üremesine bağlı olarak aflatoksinler ortaya çıkabilmektedir 5.
Yapılan araştırmalarda, bugüne kadar 20 farklı aflatoksin türevi tespit edilmiştir. Bu aflatoksin türevleri içerisinde ise B1, B2, G1, G2 ile süt ve süt ürünleri ve hatta bebek mamalarında dahi bulunabilen M1 ve M2 araştırmalara en çok konu olan aflatoksinler arasında yer almaktadır 6-9. Aflatoksin türevleri içerisinde AFB1 en yüksek toksisiteye sahip olanlardan birisidir. AFB1, Uluslararası Kanser Araştırmaları Enstitüsü (IARC) tarafından grup 1 karsinojen olarak sınıflandırılmaktadır 10,11. Aflatoksin M1 (AFM1) ise AFB1'in hidroksillenmiş bir metabolitidir ve yapılan araştırmalara göre organizmaya alınan AFB1’in %0.3 ile %6.2 oranında AFM1’e dönüştüğü belirtilmektedir 12,13.
Süt ve süt ürünlerinde AFM1 ve AFM2 gibi aflatoksin türevlerinin bulunması, bu ürünleri daha çok tüketen bebek ve küçük çocuklar açısından büyük bir risk oluşturmaktadır. Bilindiği üzere, bebekler ve çocukların aflatoksinlerin olumsuz etkilerine karşı hassasiyetleri daha yüksektir. Bu nedenle, birçok ülkede AFM1 ve AFM2’e maruz kalma riskini azaltmak için çeşitli araştırma ve kontrol programları gibi sıkı tedbirler uygulanmaktadır 14.
Aflatoksinler, genel olarak ısıya oldukça dirençlidir ve pastörizasyon, pişirme veya kavurma gibi olağan gıda işleme teknolojilerinden çok az veya neredeyse hiç etkilenmemektedir 15. Bu sebeple, gıda işleme süreçlerinden çoğunlukla etkilenmeden geçmekte varlıklarını son üründe sürdürerek tüketicilerde maruziyete sebep olmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri Gıda ve İlaç İdaresi, gıdalar ve süt için sırasıyla 20 ve 0.5 mg/kg aflatoksin konsantrasyonlarını kabul edilebilir üst sınır olarak belirlemiştir. Bununla birlikte, Codex Alimentarius ise aflatoksin konsantrasyonu için üst sınır olarak gıdalar ve bebek sütü için sırasıyla 50 ng/kg ve 0.025 mg/kg konsantrasyonlarını belirlemiştir. Avrupa Birliği de aflatoksin oranını yemlerde 20 mg/kg'ı, sütte ise 0.05 mg/kg'ı geçmeyecek şekilde sınırlandırmaktadır 16. Ülkemizde sütte AFM1 için maksimum yasal limit 50 ng/L olarak belirlenmiştir 17.
Aflatoksinler (AF) genel olarak akut karaciğer toksikasyonu, karaciğer sirozu, kanser ve teratojenik bozukluklar, mide karsinomu ve kolon adenokarsinomu gibi çeşitli sağlık sorunlarına yol açabilmektedir. Ayrıca, AFG1’in böbrek tümörü, AFB2’nin karaciğer tümörü, AFM1’in ise karaciğer parankim nekrozu, safra girişi epiteli proliferasyonuna sebep olduğu belirtilmektedir. Ayrıca aflatoksinler ya tek başlarına ya da diğer mikotoksinlerle birlikte immunsupresif etki gösterme özelliğine de sahiptirler 18. AFM1’in toksisitesinin AFB1’e benzer veya biraz daha hafif olduğu, kanserojenik potansiyelinin ise AFB1’den bir derece daha az olduğu belirtilmektedir 19.
Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) raporuna göre, tahıl ve bakliyat gibi mahsullerin yetiştirme veya depolama döneminde mikotoksin üreten küflerle önemli ölçüde kontamine olduğu ve üretilen ürünlerin yaklaşık dörtte birinin kullanılmadan israf olduğu belirtilmektedir 20. Yaşanan bu kayıplar dikkate alındığında gıdaların mikotoksin bulaşmasını kontrol etmek ve en aza indirmek için etkili ve sürdürülebilir stratejiler belirlenmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır.
Aflatoksinlerin zararları ve yaşanan ekonomik kayıplar göz önünde bulundurulduğunda, gıdaların ya aflatoksin içermemesi ya da mevcut aflatoksinlerin parçalanarak veya bağlanarak etkisiz hale getirilmeleri gibi gıda güvenliği stratejilerinin uygulanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu konuda yapılan araştırmalarda, aflatoksinlerin fiziksel, kimyasal ve biyolojik yöntemlerin kullanılmasıyla detoksifiye edilebildiği belirtilmektedir 21. Bu yöntemler içerisinde biyolojik detoksifikasyon yöntemleri, gıdanın fiziksel, duyusal ve kimyasal yapısında önemli bir değişikliğe yol açmaması ve sentetik kimyasalların kullanılmaması açısından, diğerlerine nazaran yüksek özgüllüğe sahiptir 22. Biyolojik detoksifikasyon yaklaşımları için maya bazlı ürünler, laktik asit bakterileri ve enzimler, yakın zamanda çalışılmaya başlanan probiyotik bakterilerden elde edilen postbiyotik ve paraprobiyotikler kullanılmaktadır ve bu yöntemler arasında aflatoksinlere bağlanabilen mikroorganizmaların kullanılması toksinin organizmadaki biyoyararlanımını azaltmak için iyi bir alternatif sunmaktadır 23-27.
Yukarıda da değinildiği üzere, Aspergillus türleri pek çok farklı gıdada sıklıkla bulunabilmekte ve küflenme sorununa yol açabilmektedir. Ayrıca, bu türlerin çoğalmaları esnasında üretmiş olduğu ikincil metabolit olan aflatoksinler gıda güvenliğini tehdit eden büyük bir sorun teşkil etmektedir. Mevcut derlemede aflatoksinin gıdadan uzaklaştırılmasında kullanılan yöntemler ve bu yöntemlere ek olarak postbiyotikler ve paraprobiyotikler ile aflatoksinin gıdadan uzaklaştırılması konusu ele alınmıştır.
1. Aflatoksinlerin Laktik Asit Bakterileri ile Bağlanması
Aflatoksinlerin biyolojik detoksifikasyonunda en sık tercih edilenler arasında LAB türlerinin kullanımı gelmektedir. Bilindiği üzere, LAB Lactobacillus, Lactococcus, Streptococcus, Leuconostoc, Pediococcus, Enterococcus, Oenococcus ve Weissella gibi türleri içermektedir 28. Bu bakterilerin bir kısmı gıda teknolojisinde ve fonksiyonel beslenmede gerek starter veya biyokoruyucu kültür, gerekse de probiyotik olarak uzun yıllardır kullanılmaktadır. Bu bakterilerin canlı veya aktif formlarının ortaya koyduğu etkilerden uzun yıllardır faydalanılıyor olmasına rağmen, inaktif formlarının veya üretmiş olduğu metabolitlerin de çeşitli biyoaktif özelliklere sahip olduğu gösterilmeye başlanmıştır.
Gıdaların fermantasyonunda rol oynayan ve doğal biotada yer alan LAB türleri, genellikle güvenli mikroorganizmalar olarak kabul edilmekte ve fermantasyon teknolojisinde oldukça uzun bir kullanım geçmişine sahiptirler. Ayrıca insan vücudundaki bağırsak mikrobiotasının bir parçasıdırlar 29. LAB konak canlıya, bağırsak bariyerinin düzenlenmesi, oral yolla alınan patojen mikroorganizmalara karşı yarışmacı dışlama ve konak bağışıklığının iyileştirilmesi gibi bazı fonksiyonları nedeniyle çeşitli faydalar sağlamakta ve bu nedenle yaygın ilgi ve uygulama alanı bulmaktadır 30. Bu özelliklerinin yanında, son yıllarda yapılan araştırmalarda Lactobacillus, Bifidobacterium, Streptococcus ve Lactococcus dahil olmak üzere probiyotik olarak kullanılan çoğu laktik asit bakteri türünün, aflatoksinler gibi çeşitli mikotoksinleri bağlama ve detoksifiye etme özelliğine sahip olduğu ortaya konulmuştur 31. Şekil 1’de görüldüğü gibi LAB’nin hücre duvarı teikoik ve lipoteikoik asitler, proteinli bir S tabakası ve polisakkaritler ile kaplanmış büyük bir peptidoglikan yapısından oluşmaktadır 32. Bu kapsamda yapılan çalışmalar hem peptidoglikan yapının hem de polisakaritlerin mikotoksin bağlanmasında rol oynadığını göstermektedir 33.
Bu kapsamda yapılan bir çalışmada hücre duvarında bulunan β-glukan yapı ile ve aflatoksin sarmalındaki glikoz birimleri arasındaki hidrofobik ve elektrostatik etkileşimlerin, bağlanma (adsorpsiyon) etkinliğinde anahtar faktörler olduğu ve kimyasal kompleks oluşumunun AFB1 ile β-glukanlar arasındaki zayıf hidrojen ve Van der Waals bağlarını içerdiği belirlenmiştir 34. AFB1'in bakterilerin hücre yüzeyinde bulunan hidrofobik ceplere zayıf kovalent olmayan etkileşimlerle bağlandığı ortaya konulmuştur 35.
Aflatoksinin probiyotik mikroorganizmalar tarafından detoksifiye edilmesi konusunda yapılan araştırmalarda; Lactobacillus, Bifidobacterium, Pediococcus, Lactococcus ve Enterococcus gibi farklı LAB türleri denenerek aflatoksin detoksifikasyonu yapılmıştır. Bu araştırmalardan elde edilen sonuçlar doğrultusunda farklı bakterilerin in-vitro aflatoksin bağlama kapasitelerinin farklılıklar gösterdiği ve AFB1’in % 45.99 ile %100 oranında bağlanabildiği tespit edilmiştir. Ayrıca, en yüksek (%100) AFB1 bağlama kapasitesine sahip olanın Lactobacillus türünde olduğu ve bunu sırasıyla Bifidobacterium, Pediococcus, Lactococcus ve Enterococcus türlerinin izlediği tespit edilmiştir 36. Bazı çalışmalarda ise L. plantarum, L. fermentum, B. bifidum, L. casei, L. acidophilus, L. kefiri ve L. rhamnosus gibi LAB türlerinin %80 ile %100 arasındaki yüksek oranlarda AFB1 bağlanmasında rol aldığı bildirilmiştir 37.
Yukarıda bahsedilen sonuçlardan görüleceği üzere, türe bağlı olarak değişmekle birlikte, canlı probiyotik mikroorganizmaların yüksek düzeyde AFB1, bağlayabildiği gösterilmiştir. Ancak probiyotik mikroorganizmalardan beklenilen faydanın sağlanabilmesi için kullanılan mikroorganizmanın endüstriyel üretim süreçlerinde, muhafaza periyodu boyunca ve bağırsaklara ulaşıncaya kadar canlı ve yeterli sayıda kalması gibi çeşitli kriterleri sağlaması gerekmektedir. Bununla birlikte, endüstriyel işleme sırasında, gıda matrisinin bileşimi (pH, protein, yağ ve karbonhidrat konsantrasyonu, su aktivitesi, doğal antibiyotiklerin varlığı), işleme ve saklama koşulları (zaman, sıcaklık, aşılama oranı, pH, oksijen içeriği, ambalaj malzemeleri) probiyotik hücre canlılığının azalmasına yol açabilmektedir. Buna karşılık, postbiyotikler ve paraprobiyotikler endüstriyel kullanımlar için daha kararlı ve daha güvenli bir alternatif sunmaktadır. Bu nedenle paraprobiyotik ve postbiyotik uygulamaları, canlı mikroorganizmalarla karşılaştırıldığında gıda üreticileri için kullanım kolaylığı açısından çeşitli avantajlar sunabilmektedir 38.
2. Aflatoksinlerin Paraprobiyotikler ile Bağlanması
Eski Yunanca’dan ‘‘yan yana’’ veya ‘‘atipik’’ olarak çevrilen ‘‘para’’ ön eki, aynı anda probiyotiklerin geleneksel tanımıyla benzerlik ve farklılıklara sahiptir. ‘‘İnaktif probiyotikler’’ veya ‘‘ghost probiyotikler’’ olarak da adlandırılan paraprobiyotikler, yeterli miktarlarda (oral veya topikal olarak) uygulandıklarında konak canlıya çeşitli faydalar sağlayan cansız/inaktif mikrobiyal hücreler (bozulmamış veya parçalanmış) veya ham hücre ekstraktları (karmaşık kimyasal bileşime sahip) olarak tanımlanmaktadır 39.
Paraprobiyotikler, DNA filamentlerinin kırılması, hücre zarının bozulması veya hücre zarının mekanik olarak hasar görmesi gibi mikrobiyal hücre yapılarını etkileyen faktörlere maruz kaldıktan sonra canlılıklarını tamamen kaybeden mikroorganizmalardan oluşmaktadır. Ayrıca, mikroorganizmaların sahip olduğu hücresel enzimlerin etkisizleştirilmesi veya zar geçirgenliğinin devre dışı bırakılması gibi fizyolojik fonksiyonlardaki değişiklikler nedeniyle bu mikroorganizmalar canlılıklarını kaybetmektedir 40. Yukarıda da değinildiği üzere, paraprobiyotikler, probiyotik mikroorganizmaların çeşitli yöntemlerle etkisizleştirilmesinden sonra elde edilmektedir. Bu amaçla termal işlemler, yüksek basınç, ultraviyole ışınları, sonikasyon, darbeli elektrik alanı, süperkritik CO2 uygulaması, kurutma ve asidifikasyon gibi yöntemler kullanılmaktadır 41.
Canlı mikroorganizmalarda olduğu gibi, inaktif haldeki hücrelerin de aflatoksinleri çeşitli derecelerde bağlayabildiği ortaya konulmuştur. Ancak, farklı tür ve suşların ve hatta inaktivasyon için kullanılan yöntemlerin aflatoksin bağlanmasında bakteri kapasitesi üzerinde önemli ölçüde etkin olduğu gösterilmiştir. Son yıllarda yapılan in-vitro denemelerde aflatoksin bağlanmasını konu edinen bazı araştırmalar ve bu araştırmalardan elde edilen bulgular Tablo 1’de özetlenmiştir. Sunulan bilgilerden de görüleceği üzere, asitle ve ısıyla inaktive edilmiş LAB'nin, canlı bakterilere kıyasla mikotoksinleri daha verimli bir şekilde bağladığını ortaya koymaktadır. Bu durumun ise, hücresel inaktivasyon için kullanılan işlemlerin, hücre içerisinde bulunan yapı veya bileşiklerin ortaya çıkmasından veya hücre yüzeyinde aflatoksinlerin bağlanabilecekleri yeni etkileşim noktalarının ortaya çıkmasından kaynaklandığı belirtilmektedir 42-45.
Büyütmek İçin Tıklayın |
Tablo 1: Paraprobiyotiklerin aflatoksinleri bağlama kapasitelerindeki etkinlikleri, kullanım şekilleri ve etkili bakteri sayıları (kob/mL) |
3. Aflatoksinlerin Postbiyotikler ile Bağlanması
Postbiyotikler; canlı probiyotik mikroorganizmalar tarafından üretilen veya konakçıya herhangi bir fizyolojik fayda sağlayan ve hücrelerin gelişmeleri veya parçalanmasından sonra salınan metabolitler olarak tanımlamaktadır. Terim olarak ‘‘postbiyotikler’’, ‘‘metabiyotikler’’, ‘‘probiyotiklerin hücre fragmanları-probiotic cell fragmants PCF'ler’’, ‘‘biyojenikler’’ veya ‘‘metabolitler/cell-free supernatants, CFS’’, biyoaktif çözünür faktörler (ürünler veya metabolik yan ürünler) olarak da ifade edilmektedir 46.
In-vitro koşullarda postbiyotik üretimi sıvı besi yerleri kullanılarak gerçekleştirilmektedir. Bu amaç için laktik asit bakterileri De Man-Rogosa-Sharpe (MRS) broth gibi sıvı besi yerleri kullanılarak üretilmektedir. Bakteri besi yerlerinde üretilir ardından santrifüjleme ve filtreleme işlemleriyle canlı bakterilerin uzaklaştırılması sonucu elde edilen süpernatant, CFS olarak kullanılmaktadır 47.
Postbiyotikler, probiyotik kültürlerden ısıl işlem, enzim uygulaması veya ultrasonik işleme ile hücre duvarının yırtılması ve mikroorganizmaların hücre metabolitleri ve hücre duvarı türevli maddelerinin (ekzopolisakarit; EPS, teikoik asitler, peptidoglikanlar, polar lipidler, glikolipitler, peptidoglikan ve proteinler) açığa çıkmasıyla da elde edilir 48.
Postbiyotikler içerisinde çözünebilen hücresel metabolit ve yapılar, kısa, orta ve uzun zincirli yağ asitleri, enzimler, peptidler, aminoasitler, teikoik asit, peptidoglikan yapı, endo- ve ekzopolisakkaritler, hücre yüzey proteinleri, vitaminler, organik asitler ve plazmalojenler yer almaktadır 38. Yapılarında karbonhidrat ve protein bulunduran bu bileşenlerin hidrofobik özellikleri sayesinde aflatoksinlerle kovalent olmayan bağ yaparak aflatoksinleri etkisiz hale getirdikleri bildirilmektedir 49.
Yapılan çalışmalarda organizmaya fayda açısından bakteriyel canlılığın gerekli olmadığı kanısına varılmıştır. Postbiyotikler ölü hücrelerin parçalanmasının ardından açığa çıkan metabolitlerin salgılanması yoluyla konakçıya fayda sağlamaktadır 50. Yapılan çalışmalar postbiyotiklerin ve paraprobiyotiklerin doğrudan veya dolaylı yollarla antimikrobiyal, antioksidan ve immünomodülatör aktiviteler gibi fonksiyonel/biyoaktif özelliklere sahip olduğunu desteklemektedir. Bu özelliklerin ise konak canlının fizyolojik reaksiyonları ile postbiyotikler içerisindeki metabolitler veya bileşikler arasında meydana gelen doğrudan etkileşimlerden kaynaklandığı ileri sürülmektedir 51.
Postbiyotik üretimi esnasında bakteri hücre bütünlüğünün bozulması sonucunda hücre dışına sızan bileşenler ve yapılarla yeni materyaller oluşmaktadır. Bu materyaller aflatoksinlerin bağlanabileceği yeni yüzeylerin ortaya çıkmasına olanak sağlamaktadır 52. Anti-hidrofobik madde olan üre ile yapılan bir çalışmada, AFB1 bağlanmasında elektrostatik etkileşimlerden ziyade hidrofobik etkileşimlerin en büyük paya sahip olduğu görülmüştür. Postbiyotiklerin aflatoksin bağlamasındaki temel etkinin hücre duvarı yapısındaki peptidoglikan tabakadan kaynaklanmadığı ortaya konulmuştur. Özellikle, amino asit pirolizatlarıyla bağlanan hücre duvarının, AFB1 adsorpsiyonunda daha etkili olduğu ve bağlanmanın esas olarak karbonhidratlar ve protein bileşenleriyle meydana geldiği belirtilmektedir 49,53.
Probiyotiklerle karşılaştırıldığında mevcut yapısı itibariyle postbiyotiklerin bazı özellikleri onları değerli kılmaktadır. Örneğin; daha uzun raf ömrü, antibiyotik direncin aktarılmaması, biyojenik amin (BA) üretimi olmaması ve güvenlik, kullanım ve saklanma kolaylığı, geniş bir pH ve sıcaklık aralığında stabil olmaları ve geniş spektrumlu antimikrobiyal aktiviteye sahip olmaları nedeniyle, canlı hücrelere kıyasla (probiyotik veya biyokoruyucu kültürler) postbiyotikleri daha avantajlı hale getirmektedir 54.
Bütün bu çalışmalar neticesinde postbiyotiklerin geniş spektrumlu antimikrobiyal aktivitelerinden, organik asitler ve diğer metabolitler arasındaki sinerjitik aktivitelerinden ve postbiyotik karışımının yüksek ısı stabilitesinden dolayı gıda uygulamalarında tam olarak yararlanılabileceği kanısını güçlendirmektedir 25. Son zamanlarda gıda endüstrisindeki yeni araştırmalar ve geniş ölçekli uygulamalar gıda güvenliği, sağlıklı beslenme, biyoterapi ve fonksiyonel gıdalar gibi terimleri gündeme getirmiştir. Postbiyotiklerin aflatoksin bağlama kapasiteleri bu noktada yeni yaklaşımların denenmesi konusunda yardımcı olabilecektir 55,56. Postbiyotiklerin aflatoksini bağlaması ile ilgili yapılan literatür taramaları sonucunda Tablo 2’de postbiyotik elde ederken kullanılan laktik asit bakteri türü, kullanılan işlem ve aflatoksin bağlamadaki başarı oranı verilmiştir.
Büyütmek İçin Tıklayın |
Tablo 2: Postbiyotiklerin aflatoksinleri bağlama kapasitelerindeki etkinlikleri ve bu bakterilerin kullanım şekilleri ve dozları |